-->

aşağıdaki yazıyı sonuna kadar okuyana yılbaşı hediyesi vericem

(okumaya başlamadan önce bir not: bu konuda ikinci bir entry'm bulunmamaktadır; sonraki ifadeler için lütfen edit kısmına bakınız.)

 

ihsan oktay anar'ın -evet ağır konuşacağım ve zaman ötesine de son derece hazırım- gerçekten çok iyi hazırlanarak başladığı fakat bu bilgi bolluğunu bir türlü yönetemeyip, ne yazacağını ve nereye bağlayacağını bilmeden klavyeyi çalakalem tuşladığı kitaptır.

 

anar'ın samimi bir hayranı olarak, hayal kırıklığımın ve kendisine olan kızgınlığımın haddi hesabı yok. o derece.

 

önce iyi taraflarını söyleyelim; efendim her şeyden önce kitabın "rengi" beni gerçekten büyüledi. şöyle ki, anar bey tahminen (umuyorum ki!) eflatun rengini bilerek seçmiştir zira eflatun, maneviyatın ve manevi aşkın rengidir. bu bilginin kaynağını gösteremeyeceğim zira kulaktan dolma ve gözden görme bir bilgi sadece ama öyledir. renk seçimi on numara.

 

ikincisi, yukarıda da belirttiğim gibi, yazarımız gerçekten çok iyi ders çalışmış. ihsan oktay anar engin kültür bilgisini zaten tüm eserlerinde kullanır, kendisini sevmemizin sebebi de budur. nasıl ki kitab'ül hiyel'de mühendisliğe ve amat'ta denizciliğe yönelik çok ciddi bir çalışma varsa, bu eserinde de klasik türk müziğine öyle bir çalışma var. takdir ettik tüm kalbimizle.

 

istanbul profili yine çok güzel, karakterler yine çok ince düşünülmüş. hikayede yine "ihsan oktay anarsal" karakter çok belirgin, "dini metafizik" çok iyi kullanılmış.

 

sufizme yapılan atıflara ise bayıldığımı söyleyebilirim. örneğin, kocaman bir kağıda kocaman harflerle yazıp, gözümün gördüğü her yere yazmak istediğim bir kısmı var bu kitabın, hemen paylaşayım, bkz. sayfa 123:

 

"senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim gel dememiz değil, ayrıca onların sana git demeleri. hiç kimseye kötüdür deme. aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır."

 

tasavvuf budur. böyle bir şeydir. yaradandan ötürü yaradılanı sevmektir bu. "hayır olandadır" derken işte bundan bahsedilmektedir. böyledir işte ya, daha ne kadar açık ve sade ifade edilebilir! sayın anar yanımda olsa öpücektim okuduğum an. ama kendisinden beklenen performansın çok uzağında olması itibariyle artık bu hissim geçmiş durumda.

 

ayrıca, dogmatizm çok çok çok güzel yerden yere vurulmuş. sayfa numaralarını not almıştım ama sanırım kaybetmişim, fazla örnek veremeyeceğim. ama mesela aklıma gelen, rafael'in çok iyi bir hristiyan olduğu için vaftizden başka su görmemiş olması, yıkanmamış olması vs vs gibi şeyler çok iyiydi. müslümanlar arasındaki dine dayandırılan olmadık cahillikler çok iyi anlatılmıştı.

 

gelelim sinirlendiren taraflarına.

 

eflatun'un bir olayı yok ki kitapta. eflatun renginin ve karakterinin bir olayı yok. yanyana giden tonlaqrca hikayenin diğerleriyle hiçbir alakası yok. daha doğrusu kimsenin bir olayı yok. öyle, bir şekilde yanyana gelmiş birtakım tuhaf özellikli insanların hayatından bir kesit okuyoruz. muhteşem neyzen batın'ın, hikayenin bir yerlerinde adı geçiyor, oğlu çıkıyor ortaya filan, ee, sonuç? nedir bunların hayatımızdaki anlam ve önemi? oğul geldi, takıldı bi miktar, peygamber sanıldı filan. öldürüldü sonra. peki biz bunu niye okuduk, nereye bağlandı bu süreç? tek maksat biraz sufizm esintisi katmak mıydı? "bakın ben ne güzel tasvir ediyorum tanrı'yı" demek miydi? tamam çok güzel olmuş eyvallah. kitabın çok esaslı bir unsuru zaten bu. fakat neden öyle harcandı zahir? maksat halkın cahilliğini yansıtmaktıysa, tek yolu bu muydu? 

 

muhteşem neyzen batın kitaba sonradan eklenmiş gibi geliyor bana, davut'un ölmemesi gerekiyordu, sayın yazar onu kurtarmak için böyle bir karakter icad etti ve kitabın önceki bölümlerinde uygun yerlere bu karakteri yerleştirerek olayı bütünlediğini düşündü.

 

ayrıca biz neden bin sayfa boyunca eflatun'un malum sesin kaynağını arama sürecini okuduk? ya bunun mantıklı bir açıklamasi gerçekten olabilir mi? mümkün değil. bunun tek açıklaması, sayın yazar'ın yazacak bir şey bulamamış ya da ne yazacağına karar verememiş olduğundan, halihazırdaki konuyu sakız gibi uzatarak kitap kalınlaştırmaya çalışmasıdır. 10 ya da 20 değil, saymıştım unuttum ama en az 50 sayfa okuduk biz o süreci. "eeeh eytere bea" olunuyor had safhada.

 

kitabın sonuna gelindiğinde, ihsan oktay anar resmen itiraf ediyor, nasıl bağlayacağını bilemediğini. ya çok üzücü, çok trajik, ihsan oktay anar'dan bahsediyoruz, tüm zamanların en iyi türk yazarlarından biri kendisi. yaratıcılığın vücut bulmuş hali. e peki bu nasıl bir son ihsan bey, kendinize nasıl yakıştırdınız bu kadar baştan savmayı? bu mudur? biz bunun için mi okuduk o kadar sayfa? eflatun'un yolunu aradığı o beşbin sayfa gibi gelen 50 sayfaya bu yüzden mi katlandık? hiçbir yere bağlamayın diye mi?

 

son olarak, sayın yazar yine 123. sayfadaki "bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârlarının bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler" bariz zorlamalı cümle için düşündüğünün yarısı kadar kitabın genelini düşünseydi, yaşattığı hayal kırıklığı bu kadar derin olmazdı.

 

ama kendisinin kredisi sonsuzdur.

********

********

yoğun istek üzerine gelen edit:

 

efendim, eflatun'un sesin kaynağını aradığı sayfalarda tarafımdan eleştirilen noktanın, mevzu'un yedi günah bağlamında dönüp dönmemesiyle bir alakası yoktur. "a yedi günah evet çok şahane hiç sıkılmadan okumalıyım, beğenmezsem elalem ne der, hazırlopçu olmakla kalmam düz adam da olurum belki, allaam hemen beğenmem lazım" diye okunmamıştır bu kitap. evet yedi günahtır, eyvallahtır ama çok uzundur. bahsedileni anlamak için yüzlerce sayfaya gerek olmaması gerekir.

 

bunun yanında; kitap okumak film izlemek gibi değildir. film, bir oturuşta ve en fazla 3-3.5 saat süresinde bitirilir. olmadı bir daha izlenir, olay biter. ayrıca kitap okumak, ders çalışmak gibi de değildir. zorunluluktan ya da sınav kaygısından değil, entelektüel amaçlarla edinilen bir alışkanlıktır. bu sebeple, bir kitap -genelde- bir kere okunur ve bu okuma sırasında karalanmaz, post-it'lenmez. "aha buradan soru çıkar" diye bir taraflarına yıldızlar atılmaz vs. kitap okumak bir süreçtir, günler hatta haftalar sürebilir. bir kitabı elinize her aldığınızda ona yeniden başlamak gerekiyorsa, olay akışı iyi bir bağlamda verilememiş demektir. yazar, okuyucuya mümkün mertebe "bu neydi ya ben bir döneyim gerilere..." dedirtmemelidir. yazar ihsan oktay anar, bu eserinde bunu sık sık dedirtmiştir. suskunlar, dağınık bir kitaptır. mesela yazarın üslubu haline gelmiş olan, anlatılan olayı okuduğunuz sayfalar sonrasında "....ama bu, şundan yıllar önceydi / sonraydı...." kalıbı, kitabın yarısını geçtiğimiz yerlerde hala kullanılmaya devam etmektedir. normal ihsan oktay anar karışıklığının üzerindedir. bu kitapla, bana yönelik eleştiri sahipleri kadar uğraşmadığım doğrudur. çok sevdiğim bir yazar olan ihsan bey'in bir romanını bu kadar düşünmeyi tüm kalbimle isterdim ama hem kitap beni o kadar çekmedi, hem de buna ayıracak vaktim olmadı. 

 

neden çekmediği konusunda ise yarım saat konuşabilirim ama gerek yok. tasavvufi anafikirler, onun işaret ettiği "zerredeki okyanus" bilinciyle verilirse bir anlam ifade eder. bu noktada yazardan beklenen, okyanusa işaret eden bir zerre olmasıydı fakat yazar bu eserinde "dünyanın tüm okyanusları" olmaya oynamıştır. gerek yoktu. çok fazla gösteriş olmuş kanaatimce. ihsan oktay anar burada "ben!" demiştir ve bunun için romanında kullandğı sufiler bilir ki, "ben" diyeni irşâd mümkün değildir. kitabın bana zorlama gelmesinin en temel sebebi budur.

 

zorlama cümle meselesinde de konuşabilirim evet. zira hazırlopçu olduğum kadar hazırcevap biriyimdir de. başka bir deyişle, laflar hazırlamama gerek yoktur, lafım an be an hazırdır.

 

sözünü ettiğim o cümlenin ne anlama geldiğini hala bilmiyorum. tanrı'nın yüzüncü adı bile olabilir, gerçekten bilmiyorum. beğenip beğenmemek için önce bilmem gerektiğini de düşünmüyorum. çünkü benim yaptığım, bir şekil değerlendirmesidir. somut bir durumun soyut niteliğini ifade etmektir. örneğin, tadını hiç ama hiç sevmediğiniz bir yemek için sırf çok faydalı diye "çok leziz, şahane olmuş, tebrikler" dememek gibidir bu. 

anlamını bilmediğim için anlam değerlendirmesi yapmadığımı hatıralatarak söylüyorum ki, birincisi, benzer bir cümleyi bir hafta kadar devellioğlu sözlüğünü'ne mesai harcamış birçok insan kurabilir. bu bir hayat gerçeğidir.

 

ikincisi, bir metinde müzik oluşturmak için böyle bir cümleden çok daha "basiti" kullanılabilir. önemli olan da budur. okurun anlayabildiği, zorlama bulmadığı ve en önemlisi "her gün kullandığımız kelimelerle nasıl bir beste yapmış bu adam!" diye hayretten hayrete düşerek okuduğu cümlelerdir edebiyat tarihine geçmeyi hak edenler. bu cümleyi, bir süre sonra yüz kişiye sorsak kaçı katırlayacaktır fakat ahmet hamdi tanpınar'ın huzur'u ilelebet payidar kalacaktır. zira kendisi bir kitap değil, harflerle gösterilmiş bir bestedir.

 

günümüz eğitim sisteminin çemberinden geçmiş olan dagny taggart, bu sistemden geçmemiş pir-u pak büyüklerine hürmet etmeyi bir borç bilir. bu büyükler muhtemelen buralardan değillerdir, zira bu sistem belki bin yıldır böyledir. düz sistemin düz insanı dagny taggart, aynı sistemden geçen ve fakat kendisini insanların düzlük miktarını belirleyebilecek kadar düzeltmekte muktedir olmuş birinin "bunlar böyle çıktı, napalım..." benzeri ifadelerinin değerlendirmesini kendisi yapmaz. böyle bir sözün söylenmemiş kabul edilmesi edeptendir.

 

not düşülmesnde fayda görülmektedir ki bu edit, konuyu en azından entry bazında kapatmak amaçlı yazılmıştır.

0 hanım yorum yapmış: